30 Ekim 2010 Cumartesi

Denizin getirdiği

İki denizin birbirine karışmadığı yerdeyim. Cebel-i Tarık’ta. Sessizce Kaptan Cousteau’ yu izliyorum. Keşfinin büyük etkisini düşünüyor. Hayır, kaptan hayır, sadece burada değil karışmayan… İstanbul boğazı, sonra okyanusları birbirinden ayıran, diğer boğazlar… Neden şaşırdın kaptan? Dünyada karışmayan daha nice şeyler var. Zulmet denizi asla karışmaz rahmet denizine. Işık ve karanlık, iyi ve kötü, acıyla tatlı, hep ayrı durmaz mı?
İki denizin birbirine karışmadığı yerdeyim. Yuşa tepesinden canlanan balığı seyre koyuldum. İşte, asla karışmayan iki deniz daha, Ölüm ve hayat… Hep iç içe görünen ama derinlerde farklılaşan.
İki peygamberin buluşmasına bakıyorum. Kavuşuyorlar fakat karışmıyorlar birbirlerine.
İki denizin karıştığı yerler de var kaptan. Gazali’de mecz oluyor tasavvuf ve kelam, felsefe ve din.
Konya’da karışıyor iki deniz. Ne işi var denizlerin Konya’da, deme. Biri Şems, biri Mevlana hangisi daha derin diye sorma, ikisi bir umman ediyor.
Sahildeyim. Herhangi bir yerde… Karanlık çökmek üzere şeytanın otağını kurmasını, avanesini sorguya çekmesini görür gibiyim.
İki denizin karışmadığı yerdeyim. Kehf suresinde. Kaldığım yere bir işaret koyup kapatıyorum Mushaf’ı.
Mevlana’yı dinliyorum. “İlim bir deryadır” diyor. Boğuluyorum.

Çıldırtan saatler

Tren istasyonundaki kocaman saate bakıyorum. Saat dört kırk üç. Sabah mı, ikindi vakti mi bilmiyorum. Öylece dururken düşünüyorum. “Bu, saat ne ilginç bir alet.” Vakti gösteriyor ve hayatım ona endeksli. “Yat artık, kalk şimdi, çocuğu okula götür, işe git, , biraz dinlenme sırası şuan, okul dağılmak üzere zil çalmadan yetişmeliyim, eve dönme zamanı, ödev zamanı, yemek vakti, televizyon, oyun…” Ona bakıp hayatımı bu komutlarla yönetiyorum. Minibüs beklerken ona bakıyorum. Geç kaldığımı anlıyorum. Acıkınca ona bakıyorum. Yemek vaktini geçirdiğimi de bu sayede öğreniyorum. Hep geç kaldığımı görüyorum baktıkça, hep benden bir adım önde gidiyor.
Bir tren istasyona yanaşıyor. Saat dört kırk üç. Neredeyse hiç kimse yok. Etraf oldukça sessiz. Banklarda bir iki kişi uyumaya çalışıyor. Elleri bavullarında. Bu kadar sessizlik ürkütüyor beni. Çıkışı arıyorum. Ne tarafa baksam duvarlar, ışıklı vitrinler, cansız mankenler… Sessizlik bunaltıyor. Islık çalıp, nakaratından öteye gidemediğim “Öyle bir geçer zamanki” şarkısını mırıldanıyorum. Yolcular trenden inmiyorlar. Makinist treni hareket ettirmiyor. Korkum giderek artıyor. Neden hiç kimse bu garipliğin farkında değil? İstasyonun dev saatine bakıyorum. Sabah dört kırk üç. Zaman mı durdu, saat mi? Anlamıyorum.
Oğlumun sesiyle irkiliyorum. “Baba saate bak yatma vakti gelmedi mi? Neye bakıyorsun baba? Duvardaki saate ilişiyor gözlerim. Evet, oğlum saat on’u geçiyor ve senin yatma vaktini geçirmişiz. “Yine bir adım Önde” diye söyleniyorum. Elimdeki eski istasyon resmini bir kenara bırakıp, elinden tutuyorum. Merak edip soruyor: “O resim neydi baba?” “Sen yatarken anlatırım” diyorum. Yataktayız ve anlatmaya başlıyorum: Bir tren istasyona yanaşıyordu. Saat dört kırk üçtü sabah mı, ikindi vaktimi belli değil…
Oğlum uyumuş bile odama geçerken dimağımda o şarkı “öyle bir geçer zamanki…”

Yalnız saatler.

Alnım buğulu cama dayalı,
Loş sokaklara bakarken.
Hep aynı zamanı gösterdiğinde saat
Elleri boş kalır gözlerimin.
Yalnızım,
Vaktim yok eğleşmeye.
Kırın, tunç kaleleri.
Zihninizde, tuğla, tuğla ördüğünüz,
Saatler yarını vurduğunda,
Ellerimi tutun.
Göndermeyin.

BAYRAMA UYANAN GECE

Deniz soğuk ve karanlık.Korkutuyor. Yine de buradayım. Kimseler yok. Bir ben, deniz ve ay... Yıldızlar terk etmiş gökyüzünü. Şafak sökmek üzere. Hepten susmuş dünya. Ben de...

Şehrin ışıkları, göz kamaştıran cazibesiyle davetkar bir kadın gibi çağırıyor. "Gidersem kaybolurum" düşüncesi önüme aşılması güç bir duvar örse de, dayanılmaz merak duygusu kamçılıyor bedenimi. Önce yavaş, sonra koşar adımlarla atıyorum kendimi şehrin kucağına. Kaldırımlar benim. Kimseye çarpmadan yürüyorum. Yol boyunca ışıkları açık bir kaç eve göz ucuyla bakıp geçiyorum. Uzak siren sesleri içimi ürpertiyor. Eğlence mekanlarının çılgın müzik seslerinde, boğuluyor yardım çığlıkları. Derinden buğulu bir ses duyuyorum. Sesin geldiği yöne doğru, nispeten hızlı adımlarla ilerliyorum. İlahi beyanı seslendiren bir ihtiyar, penceresinin kenarında karanlığı aydınlatıyor. Az dinledikten sonra devam ediyorum. Bir evden çığlık duyuluyor. Kavga var. Ev hali, olur deyip geçiyorum. Sabahçı kahvesinde akşamdan kalanlar uyukluyor. Kahveci yılların yorgunu; uyumuyor. Ara sokaklara dalıyorum, ıslık çalarak. Çöpleri karıştıran kediler, sesimle irkilip kaçıyorlar. Çöpleri karıştıran adamlar kaçmıyor. Adımlarım, ister istemez sıklaşıyor. Ana caddeyi arıyorum. Bir sarhoş düşe kalka evine ulaşmaya çalışıyor.

Aynı gecenin örttüğü başka bir yerdeyim. Uyumayan çocuklar var. Hastalık, açlık, sefalet uyutmuyor. İstemiyorlar da. Uykunun felaket getireceğine inanıyorlar. Güneşin, yeni ümitlerle geleceği sabahı iple çekiyorlar.
Uykuya yenik düşmüş, minik gözler vardı başka yerlerde,bomba sesleriyle uyanan veya ebedi uykuya geçen. Sapanlarıyla tank durduran minik eller, geceyi gündüze çeviren bombalarla, parçalanan küçük bedenler ve geceleri cinayetler işleyen, gündüzleri ağlama duvarında ağlayayan, büyükler vardı.
İlğine kadar sömürülmüş kara kıtanın gece tenli çocuları, çamurlu da olsa bir yudum su ve karın doyuracak herhangi birşey bekliyordu; ses duvarını aşabilen ülkelerden. Bir mumyayı andıran vucutları ile, yaşamın kıyısından ayna tutuyorlardı insanlığa. Bakamıyorduk.

Bir çocuk, süreki bir şeyler tekrarlayıp duruyordu.

"Güneşi bekliyorum.
Denizin ardından göğe yükselen,
Gecenin örtüsüne bürünmüş herşeyi,
Gözler önüne seren "

Bir bayram sabahını, böyle bekliyordu dünya. Sabah olunca, herkes birbirine "İyi bayramlar." diyecekti. Ben, sadece el öpecektim sessizce. Annemin "İyi bayramlar göresin inşallah." dediği günleri, özlemle bekleyerek..