Tren istasyonundaki kocaman saate bakıyorum. Saat dört kırk üç. Sabah mı, ikindi vakti mi bilmiyorum. Öylece dururken düşünüyorum. “Bu, saat ne ilginç bir alet.” Vakti gösteriyor ve hayatım ona endeksli. “Yat artık, kalk şimdi, çocuğu okula götür, işe git, , biraz dinlenme sırası şuan, okul dağılmak üzere zil çalmadan yetişmeliyim, eve dönme zamanı, ödev zamanı, yemek vakti, televizyon, oyun…” Ona bakıp hayatımı bu komutlarla yönetiyorum. Minibüs beklerken ona bakıyorum. Geç kaldığımı anlıyorum. Acıkınca ona bakıyorum. Yemek vaktini geçirdiğimi de bu sayede öğreniyorum. Hep geç kaldığımı görüyorum baktıkça, hep benden bir adım önde gidiyor.
Bir tren istasyona yanaşıyor. Saat dört kırk üç. Neredeyse hiç kimse yok. Etraf oldukça sessiz. Banklarda bir iki kişi uyumaya çalışıyor. Elleri bavullarında. Bu kadar sessizlik ürkütüyor beni. Çıkışı arıyorum. Ne tarafa baksam duvarlar, ışıklı vitrinler, cansız mankenler… Sessizlik bunaltıyor. Islık çalıp, nakaratından öteye gidemediğim “Öyle bir geçer zamanki” şarkısını mırıldanıyorum. Yolcular trenden inmiyorlar. Makinist treni hareket ettirmiyor. Korkum giderek artıyor. Neden hiç kimse bu garipliğin farkında değil? İstasyonun dev saatine bakıyorum. Sabah dört kırk üç. Zaman mı durdu, saat mi? Anlamıyorum.
Oğlumun sesiyle irkiliyorum. “Baba saate bak yatma vakti gelmedi mi? Neye bakıyorsun baba? Duvardaki saate ilişiyor gözlerim. Evet, oğlum saat on’u geçiyor ve senin yatma vaktini geçirmişiz. “Yine bir adım Önde” diye söyleniyorum. Elimdeki eski istasyon resmini bir kenara bırakıp, elinden tutuyorum. Merak edip soruyor: “O resim neydi baba?” “Sen yatarken anlatırım” diyorum. Yataktayız ve anlatmaya başlıyorum: Bir tren istasyona yanaşıyordu. Saat dört kırk üçtü sabah mı, ikindi vaktimi belli değil…
Oğlum uyumuş bile odama geçerken dimağımda o şarkı “öyle bir geçer zamanki…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder