Ağır ağır açıyorum gözlerimi, başucumda gülümseyen gözler… Yanaklarından öpüyorum, dünyadayken tattığım cennet meyvesinin. Baba deyip, boynuma sımsıkı sarılıyor. Boğulacak oluyorum. Ne gam. Pürneşe kalkıyorum yataktan. Bu gün güzel bir gün olacak diye geçiriyorum içimden. Ev halkıyla beraber iyi bir kahvaltı, sahilde bir gezinti, çocukları parkta oynarken seyretmek… Eh daha ne olsun.
Dışarıdayız. Güneş selamlıyor bizi, tüm sıcaklığı ile. Gökyüzü bayram ediyor. Bir ucunda ipin çocuklar, diğer ucunda uçurtmalar. Renk cümbüşü sarmış her yanı. Deniz hafif dalgalı, rüzgâr ılık ve sakin. Uzak balıkçı teknelerinde sevinç var. Ağları topluyorlar. Ufukta kümülüs bulutları dağlara tepeden bakıyorlar. Akşama kadar o park senin, bu park benim dolaşıyoruz.
Nihayet evdeyiz. Kendimizi yorgun argın koltuklara bırakıveriyoruz. Saat iyice ilerlemiş olmalı ki, ufaklığın uykusu geliyor. Hadi baba masal, diyerek gözleriyle odasını işaret ediyor, görevimi hatırlatır gibi. Odaya giderken Bir kız çocuğu geliyor yanıma “Ar-un aleyküm”. Diyor. Anlamıyorum. “Ar-un aleyküm”,“Ar-un aleyküm.” Diye tekrarlıyor. İlginç bir şekilde anlamaya başlıyorum dediklerini. Başımı sallayarak onaylıyorum Gün boyu eğlendiğimiz geliyor aklıma, kızarıyorum. Karşısında suçlu bir çocuk gibi duruyorum. Anlat diyorum. Anlatıyor. “Babamı hiç öpmedim, güneş doğduğundan beri. Babam demir parmaklıklar ardında. O gün ne zaman? Parmaklıkların kırılacağı gün ne zaman? Babamı bir kez daha görebilecek miyim? Yoksa annemin gözyaşları kıyamete kadar akacak mı? Filistin’in çiçekleri koparılıyor. Her sabah çocuklarını öpen babalar! Çok şey mi istiyorum.” Diyor ve ekliyor “Ar-un aleyküm”
Odadayım. Oğlum yatakta anlatacağım masalı bekliyor. Anlatıyorum. Bir varmış bir yokmuş. Çok eski zamanlarda bir yerlerde medeniyet ve çok güzel bir dünya varmış. Sonra bir gün bütün sesler kesilmiş. Karanlığa bürünmüş her yan. Biri elleriyle yoklamış hayatı. Körelmiş duyguları asırların. Yaşam özgürlükle cephe arkadaşı olmuş. Bir takım insanlar;“Yorma kafanı, adam sende, işin mi yok senin? Yaşasın bana dokunmayan… Tasası bana mı kaldı.” demişler bir zaman. Bir ara da “Yok mu yardıma koşan”. Uyurken ağustos böceği gibi tembel, Atı alan Üsküdar’ı geçmiş. “Sen zahmet etme” derlermiş, “Biz sana veririz” Sonra vermek için bin dereden su getirtirlermiş. Bir zamanlar yaşanacak yerler varmış huzurlu, sakin. Son zamanlarda ise güvenli yer hiç kalmamış. Sonra bir çocuk çığlığı duyulmuş; Baba, bizi, kötü adamlardan, korusana. Hani sen en güçlüydün? Hani baba hani demir yumruğun? Açsana gözünü, baksana, baksana baba kardeşim enkaz altında. Ve sonra gökten üç bomba düşmüş. Hepside bizim başımıza. Onlar erdi muradına, Biz girelim sığınaklara.
“Bu nasıl masal baba” diyor. Bilmiyorum oğlum belki bilinmedik bir zamanda, bir baba anlatmıştır oğluna. Belki Iraklı, Filistinli ya da Afgan olabilir. Diyorum. “Ninni söyle o zaman” diyerek mızmızlanıyor. Benim ninnim Annenin söylediğine benzemez diyorum. “Olsun” diyor. İyi o zaman dinle, diyerek söylüyorum. Uyumadan büyüsün ninni…
-Bu ne baba
-Bizi hep uyuttular ninnilerle oğlum hala da uyuyoruz. Sen büyü ama uyuma, uyanık ol diye böyle söylüyorum. Bir kızgınlıkla sırtını dönüp uyumaya çalışıyor.
Ağır, ağır açıyorum gözlerimi, başucumda bir Filistinli kız ve oğlum. “Ar-un aleyküm” diyerek üstüme geliyorlar. Ellerinde erguvan çiçekleri… Biri, Filistin’den koparılmış diğeri Türkiye’den. Almak istiyorum. Kan damlıyor elime. Tekrar uyumak istiyorum. “Artık uyumasın babam ninni” diyor oğlum. Filistinli kız başını sallıyor ve ekliyor, “Baba neredesin, nerede?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder