5 Haziran 2010 Cumartesi

Sen doğru olabilirsin. Bu benim yanlış olmamı gerektirmez.

Değerler ölçümüzü yitirdik mi? Diğer insanlarla münasebetlerimizin, dinimizin çerçevelediği sınırlar içinde gerçekleşmesi gerekmiyor mu? Muhatabını küçümsemek, büyüklenmek neden? Bazen bir selamı esirgeyecek kadar cimri oluyoruz niye? Niçin o bizden, şu sizden demek? Kendimizden olmayana alaycı tavırlar takınıyoruz neden? Allah’ın rızasının nerede olduğunu kim söyleyebilir?

Birkaç olumsuz örnekle karşılaşınca bu sorular zihnimde peş peşe sıralandı. “Bilmeyerek istihdam edildiğimiz bu yolda.” Kırıldıklarıma gönlüm yumuşasın diye ve yolun başındakilere kırılıp hepten kaybetmemek için ihlâs ve uhuvvet risalelerini tekrar gözden geçirdim. Kırık testiden yüreğimi serinletecek şurupları yudumladım. Bir şeyler çıkarır yazarım dedim. Haddim olmadığını anlayınca öylece bıraktım. Yine haddim olmayarak, unutanlara bir hatırlatma olması niyetiyle kendimce seçtiğim kısımlarla yazımı taçlandırdım.

“İkincisi ise bir cemaate mensup olmanın verdiği bir başka türlü enaniyet. Çok açık ve net bir ifade ile ‘kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız’a bedel, ‘Dünyanın dört bir yanında eğitim-öğretim faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet asrı hariç İslâm ve belki de insanlık tarihi boyunca eşi-menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal edilen ahlâkî temelleri atan bir hareketin gönüllü fertleriyiz’ şeklinde bir yaklaşım. Hâlbuki bizleri bu yola hidayet eden de, o yolları lütuf ve ihsan eden de sadece O. M. Akif’in deyişi ile bugün biz neye mâlik isek hepsi O’nun vergisi ve biz sadece O’na medyûnuz. Üstad Hazretleri ne güzel söyler; ‘Bilmeyerek bu yolda istihdam ediliyoruz.’

Bu açıdan Kur’an dairesi içinde bulunan herkes ciddi bir tehlike sath-ı mâilinde bulunuyor. Onun için herkesin bir muhasebe ve murakabe ile nefsin oynadığı bu oyundan sıyrılması, bunun için de başkaları ile konuşurken, kendi kendine düşünürken, yazarken, çizerken hâsılı sürekli O’nun kudretini, O’nun inayetini, O’nun riayetini, O’nun hıfzını, O’nun kelâetini, O’nun vekâletini öne çıkarması lazım.

Evet, ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira hepimizin sürekli rehabilitasyona, nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl ibni Iyâz’ın dizlerinin dibinde hıçkıra, hıçkıra ağladığını biliyoruz biz. Selâhaddîn-i Eyyubi’nin İzz ibni Abdüsselâm’ın dizlerinin dibine kapanıp ağlaması da az değildir. Ya Zembilli’nin yanında hıçkırıklara boğulan koca sultan Yavuz Selim’e ne demeli.” (Kırık Testi / Enâniyet ve âidiyet hisleri – 07.01.2003)

“Dördüncü Vecih

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. "Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır." sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

Eğer denilse: "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

"Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır.”

“Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri hâlde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dâhilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder