5 Haziran 2010 Cumartesi

Tefekkür

Tefekkür

Evden işyerime doğru yürürken geçiyordum oradan… Âdetim üzere yere bakarak yürüyordum hafifçe göz ucuma takılan su arozöz’ünü görünce etrafıma bakındım ektiği tarlasını özenle sulayan bir adam uzakta ince bir dalın rüzgârda salınması gibi ağır ağır hareket ediyordu ne zor iş dedim kendi kendime belki bu zor işlerine binaen bir ekip on alıyorlar adeta… Sen tohumu ek gerisini Allaha bırak, önce tedbirini al sonra tevekkül et, Allaha güven say’e sarıl hikmete ram ol gibi hikmetli sözler aklımdan birer birer geçti. Düşündüm de insanın bu işte pek bir dahli yok tarlayı sür, tohumu at, sonra sula…

Evet, çok yorucu ama anlatmak istediğim aldığımız sonuca izafen yaptığımızın çok basit kalması. Bir çamur içindeki tohumun çok güzel yiyeceğe dönüşmesinde insanın nasıl müdahalesi olabilir ki? Sadece zaten var olan hammaddeleri bir araya getiriyoruz biz yapmasak da bu maddeler bir araya getirilir ve yine o lezzetli yiyecekler pazara çıkar fakat biz yapınca bize ait oluyor. Benim tarlamın mahsulü diyoruz oysa ne onların imal edilişini ne de imal edildikleri mikro fabrikaları görebiliriz –mikro fabrika terimini olayın bize kapalı fizik dışı konularla alakasını somutlaştırmak için kullanıyorum- nerede kaldı ki müdahale edelim gen mühendisliği de zaten var olan kanunları uygulayıp sonucu beklemekten başka bir şey yapmıyor meydana gelen olayda müdahil olma yönüyle çiftçinin yaptığının aynısını yapıyor var olan biyokimya, ekoloji ve benzeri fenlere ait kanunların uygulanmasına zemin hazırlamak gerekli şartları oluşturmak. Gerisi yine bizim dışımızda varlığından sadece ilmin gelişmesiyle haberdar olduğumuz mikro dünyalara kalıyor. Elbetteki bakterilerin, topraktaki, sudaki ve havadaki elementlerin insandan daha akıllı olduğu hatta akıllı varlıklar oldukları söylenemez… İnsan dünya üzerinde yokken de bitkilerin olduğu biliniyor o halde bu işleri bizden daha üstün bir varlığa vermek yani Allaha teslim etmek zaruri oluyor. Bu şekilde yığınla düşünce aklımdan büyük bir hızla geçivermişti. Buradan sonra geriye dönmenin anlamı yoktu. Zaten baştan kabul ettiğimi Allah’ın varlığına habire yeni kanıtlar bulup ruhumun çevresini kalın iman duvarlarıyla sarmak benim için belki herkes için elzemdi ama aynı zamanda bir o kadar hoşuma gidiyordu.

Peki, bir ön kabulle yani Allah’ın varlığını peşinen kabul etmekle kendi zihnimi yönlendirmiş ve böylece tek yönlü bir düşünceye kapılmış oluyor muydum?

Hayır, çünkü eğer bir şey yoksa o şeyi biz bilemeyiz ki tartışalım aklımıza ne geliyorsa var olduğu için geliyor ilim maluma tabidir herhangi bir şey var olduğu için bilinir yoksa bilindiği için var olmuyor. İşte insan beynin de Allah düşüncesinin varlığı Allah’ın varlığını -başka bir bakışla- delilidir. Bir şeye ya var deyip ispatlayacağız ya da yarı yarıya ihtimal vereceğiz… Yok demek için dahi var görüşüne karşı dediğimiz için yine varlığına ihtimal veriyoruz demektir. Her iki düşünceye de ispat gerektiği için ihtimal yarı yarıyadır. İşte tam bu noktada taraf olmak gerekmektedir. Ya varlığını kabul edip ispatlayacaksın ya yokluğunu… Bu güne kadar sayısız kişiler sayısız defa varlığını ispatladılar. Hem dış dünyada hem de kendi iç dünyamızda yine sayısız delil vardır. Bununla birlikte bu güne kadar yokluğuna dair tek bir delil getirilememiştir. Nasıl getirebilirler ki tüm varlığı alt üst edip işte bulamadık demeleri lazım. Daha dünyayı tam keşfedememiş olmamız bir yana uzayın, sonsuza yakın belki sonsuz büyüklüğü diğer yana... Kaldı ki Allah zaman ve mekandan münezzeh mahlukatından ayrıdır. Ne ki aklımıza geliyor o değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder