30 Ekim 2010 Cumartesi

Denizin getirdiği

İki denizin birbirine karışmadığı yerdeyim. Cebel-i Tarık’ta. Sessizce Kaptan Cousteau’ yu izliyorum. Keşfinin büyük etkisini düşünüyor. Hayır, kaptan hayır, sadece burada değil karışmayan… İstanbul boğazı, sonra okyanusları birbirinden ayıran, diğer boğazlar… Neden şaşırdın kaptan? Dünyada karışmayan daha nice şeyler var. Zulmet denizi asla karışmaz rahmet denizine. Işık ve karanlık, iyi ve kötü, acıyla tatlı, hep ayrı durmaz mı?
İki denizin birbirine karışmadığı yerdeyim. Yuşa tepesinden canlanan balığı seyre koyuldum. İşte, asla karışmayan iki deniz daha, Ölüm ve hayat… Hep iç içe görünen ama derinlerde farklılaşan.
İki peygamberin buluşmasına bakıyorum. Kavuşuyorlar fakat karışmıyorlar birbirlerine.
İki denizin karıştığı yerler de var kaptan. Gazali’de mecz oluyor tasavvuf ve kelam, felsefe ve din.
Konya’da karışıyor iki deniz. Ne işi var denizlerin Konya’da, deme. Biri Şems, biri Mevlana hangisi daha derin diye sorma, ikisi bir umman ediyor.
Sahildeyim. Herhangi bir yerde… Karanlık çökmek üzere şeytanın otağını kurmasını, avanesini sorguya çekmesini görür gibiyim.
İki denizin karışmadığı yerdeyim. Kehf suresinde. Kaldığım yere bir işaret koyup kapatıyorum Mushaf’ı.
Mevlana’yı dinliyorum. “İlim bir deryadır” diyor. Boğuluyorum.

Çıldırtan saatler

Tren istasyonundaki kocaman saate bakıyorum. Saat dört kırk üç. Sabah mı, ikindi vakti mi bilmiyorum. Öylece dururken düşünüyorum. “Bu, saat ne ilginç bir alet.” Vakti gösteriyor ve hayatım ona endeksli. “Yat artık, kalk şimdi, çocuğu okula götür, işe git, , biraz dinlenme sırası şuan, okul dağılmak üzere zil çalmadan yetişmeliyim, eve dönme zamanı, ödev zamanı, yemek vakti, televizyon, oyun…” Ona bakıp hayatımı bu komutlarla yönetiyorum. Minibüs beklerken ona bakıyorum. Geç kaldığımı anlıyorum. Acıkınca ona bakıyorum. Yemek vaktini geçirdiğimi de bu sayede öğreniyorum. Hep geç kaldığımı görüyorum baktıkça, hep benden bir adım önde gidiyor.
Bir tren istasyona yanaşıyor. Saat dört kırk üç. Neredeyse hiç kimse yok. Etraf oldukça sessiz. Banklarda bir iki kişi uyumaya çalışıyor. Elleri bavullarında. Bu kadar sessizlik ürkütüyor beni. Çıkışı arıyorum. Ne tarafa baksam duvarlar, ışıklı vitrinler, cansız mankenler… Sessizlik bunaltıyor. Islık çalıp, nakaratından öteye gidemediğim “Öyle bir geçer zamanki” şarkısını mırıldanıyorum. Yolcular trenden inmiyorlar. Makinist treni hareket ettirmiyor. Korkum giderek artıyor. Neden hiç kimse bu garipliğin farkında değil? İstasyonun dev saatine bakıyorum. Sabah dört kırk üç. Zaman mı durdu, saat mi? Anlamıyorum.
Oğlumun sesiyle irkiliyorum. “Baba saate bak yatma vakti gelmedi mi? Neye bakıyorsun baba? Duvardaki saate ilişiyor gözlerim. Evet, oğlum saat on’u geçiyor ve senin yatma vaktini geçirmişiz. “Yine bir adım Önde” diye söyleniyorum. Elimdeki eski istasyon resmini bir kenara bırakıp, elinden tutuyorum. Merak edip soruyor: “O resim neydi baba?” “Sen yatarken anlatırım” diyorum. Yataktayız ve anlatmaya başlıyorum: Bir tren istasyona yanaşıyordu. Saat dört kırk üçtü sabah mı, ikindi vaktimi belli değil…
Oğlum uyumuş bile odama geçerken dimağımda o şarkı “öyle bir geçer zamanki…”

Yalnız saatler.

Alnım buğulu cama dayalı,
Loş sokaklara bakarken.
Hep aynı zamanı gösterdiğinde saat
Elleri boş kalır gözlerimin.
Yalnızım,
Vaktim yok eğleşmeye.
Kırın, tunç kaleleri.
Zihninizde, tuğla, tuğla ördüğünüz,
Saatler yarını vurduğunda,
Ellerimi tutun.
Göndermeyin.

BAYRAMA UYANAN GECE

Deniz soğuk ve karanlık.Korkutuyor. Yine de buradayım. Kimseler yok. Bir ben, deniz ve ay... Yıldızlar terk etmiş gökyüzünü. Şafak sökmek üzere. Hepten susmuş dünya. Ben de...

Şehrin ışıkları, göz kamaştıran cazibesiyle davetkar bir kadın gibi çağırıyor. "Gidersem kaybolurum" düşüncesi önüme aşılması güç bir duvar örse de, dayanılmaz merak duygusu kamçılıyor bedenimi. Önce yavaş, sonra koşar adımlarla atıyorum kendimi şehrin kucağına. Kaldırımlar benim. Kimseye çarpmadan yürüyorum. Yol boyunca ışıkları açık bir kaç eve göz ucuyla bakıp geçiyorum. Uzak siren sesleri içimi ürpertiyor. Eğlence mekanlarının çılgın müzik seslerinde, boğuluyor yardım çığlıkları. Derinden buğulu bir ses duyuyorum. Sesin geldiği yöne doğru, nispeten hızlı adımlarla ilerliyorum. İlahi beyanı seslendiren bir ihtiyar, penceresinin kenarında karanlığı aydınlatıyor. Az dinledikten sonra devam ediyorum. Bir evden çığlık duyuluyor. Kavga var. Ev hali, olur deyip geçiyorum. Sabahçı kahvesinde akşamdan kalanlar uyukluyor. Kahveci yılların yorgunu; uyumuyor. Ara sokaklara dalıyorum, ıslık çalarak. Çöpleri karıştıran kediler, sesimle irkilip kaçıyorlar. Çöpleri karıştıran adamlar kaçmıyor. Adımlarım, ister istemez sıklaşıyor. Ana caddeyi arıyorum. Bir sarhoş düşe kalka evine ulaşmaya çalışıyor.

Aynı gecenin örttüğü başka bir yerdeyim. Uyumayan çocuklar var. Hastalık, açlık, sefalet uyutmuyor. İstemiyorlar da. Uykunun felaket getireceğine inanıyorlar. Güneşin, yeni ümitlerle geleceği sabahı iple çekiyorlar.
Uykuya yenik düşmüş, minik gözler vardı başka yerlerde,bomba sesleriyle uyanan veya ebedi uykuya geçen. Sapanlarıyla tank durduran minik eller, geceyi gündüze çeviren bombalarla, parçalanan küçük bedenler ve geceleri cinayetler işleyen, gündüzleri ağlama duvarında ağlayayan, büyükler vardı.
İlğine kadar sömürülmüş kara kıtanın gece tenli çocuları, çamurlu da olsa bir yudum su ve karın doyuracak herhangi birşey bekliyordu; ses duvarını aşabilen ülkelerden. Bir mumyayı andıran vucutları ile, yaşamın kıyısından ayna tutuyorlardı insanlığa. Bakamıyorduk.

Bir çocuk, süreki bir şeyler tekrarlayıp duruyordu.

"Güneşi bekliyorum.
Denizin ardından göğe yükselen,
Gecenin örtüsüne bürünmüş herşeyi,
Gözler önüne seren "

Bir bayram sabahını, böyle bekliyordu dünya. Sabah olunca, herkes birbirine "İyi bayramlar." diyecekti. Ben, sadece el öpecektim sessizce. Annemin "İyi bayramlar göresin inşallah." dediği günleri, özlemle bekleyerek..

27 Haziran 2010 Pazar

Yolculuk

Yol uzun. Zaman kısıtlı. Her adımda ayrı tuzak… Öyle bir gidiş ki dönüşü yok. Zemin kaygan yer yer sürçüp düşüyorum. Düştüğüme mi yanmalıyım? Tekrar mı denemeliyim? Nereye gidiyorum? Mecburi mi gitmek? Hem nereden çıktım yola, ne zamandır yoldayım? Her yol gidilmemiş, her yol kıvrımı ilk defa dönülüyor.

“Uzun İnce Bir Yoldayım/Gidiyorum Gündüz Gece”

Her menzilde yol ikiye ayrılıyor. Bir tercih yap, hayat memat meselesi diyor bir ses. Sarp bir yola giriyorum. Yorgunum nefesim kesiliyor, düzlüğe çıkamıyorum. Tahminlerim yanıltmıyorsa tercih ettiğim her yolun sonu yeni yollara açılacak. Her defasında doğru yolu bulmak zorunda kalacağım. Beni bu acımasız oyunun içine kim soktu? Hatırladığım tek şey, sürekli yürüyüp, yolun sonuna varmaya çalıştığım. Hangi yolun yarısındayım bilemiyorum?

“Bilmiyorum Ne Haldeyim/Gidiyorum Gündüz Gece”

Sesleniyorum sesimi duyan yok. Bir ses duymak istiyorum. “Allahım ne olur bahtına düştüm gerekirse canımı al ümmeti Muhammed’i (aleyhisselam) bu mezelletten kurtar” diyor bir ses. Sesin sahibine ulaşmak istiyorum. Bu ses beni sağ salim bitiş çizgisine ulaştırır diyorum. Çok uzaktayım olmuyor, varamıyorum.
“Yetişmek İçin Menzile/Gidiyorum Gündüz Gece”

Bir ses daha duyuyorum. Başka bir yolcu mu? Barış istiyor. Gittiği yol aradığım zemin. Canını veriyor isteğine karşılık göremeyince. Barışa bedel benim canım der gibi gidiyor. Haberini okuyorum Şeyh Buhari’nin: Düşmanından değil kardeşlerinden görmüş ezayı. Kardeşleri bildiğinden. Susmuş. Yine kol kırılıp yen içinde kalmış. Ümmet için ağlayarak can vermiş.
“Kalmaya Sebep Arıyom/Gidenleri Hep Görüyom/Gidiyorum Gündüz Gece”

Yol boyunca yardım isteyen çığlıklar hayallerimi yıkıyor. Yolun sonunda bahar yok mu diyorum. Barışı göremeyecek miyim? Her yol ayrımında duyduğum bu acı dolu sesler, yardım istekleri, ne zaman son bulur? Nedir her pes edişimde bana, ha gayret bu sefer olacak dedirten? “Ümitvar olunuz…” sadası mı beni yürüten? “Barış köprüleri” mi üstünden geçtiğim? Belki de“Sulh Adacıkları”nın kıta olmasıdır beklediğim. Bu yol ne zaman biter? Bitse artık. Ben bitmeden.
“Kâh Ağlaya Kâhi Güle. Bir Yol Dakka Miktarınca/ Gidiyorum Gündüz Gece”

Vazgeçtim

Adın iki hece
Ve geniş
Gökyüzü kadar
Denize vurgun nefesim
Seni soluklar
Sen gözlerimin
Şavkı, karası
Sensiz bir vazgeçtim ki hayattan
Sorma gitsin

Aldanış

Ağarmış başım tez elden
Her gecenin bitişinde varım
Yalancı fecrin doğuşuna
Bakıyorum sessizce
Tan yeri ağarınca
Anlıyorum
Gece, bir de yalancı fecr
Gözlerinmiş meğer
Kayıyorlar avuçlarımdan
Diyecek bir şey yok
Dağların sessiz duruşunda suskunluğum
Bozma.

8 Haziran 2010 Salı

Mızıkanın Notaları.

“Sahildeyim. Deniz sakin, hava durgun ve bunaltıcı. Elimde kitap, gözüm ufukta, aklımda başka hülyalar. Kâh mazinin karanlık dehlizlerinde kayboluyorum kâh hayaller kuruyorum geleceğe dair. Arada, kitabın sayfalarında kaybediyorum kendimi. Güneş kızıl gölgesini denize yaymış batıya göç etmekte. Balıkçı tekneleri birer ikişer karanlığa açılıyorlar. Martılar akşam çöplerini tüketmekte. Bir sessizlik çöküyor yeryüzüne beklenmedik. Tüylerim ürperiyor, tedirgin tavırlar takınıyorum. Her yanımdan sarıyor yalnızlık, üşüyorum. Ufuk çizgisini zorluyor gemiler. Birazdan ümitlerimi alıp, kaybolacaklar gözden. Ay, yeni hilal. İşte, akşam yıldızı da yerinde duruyor. Donuk, donuk bakıyor yeryüzüne, hislerini yitirmiş gibi. Ne kadar genişsin gökyüzü ne kadar derin.
Bir evsiz ilişiyor gözüme. Sakin adımlarla ilerliyor. Uzakta seyreden gemiler gibi. Yalnızlık denizinin gemisi... Üşüse de geceleri, sarılıp hayata ısınıyor. Bulanık bir resim, yürüyor gözlerimin önünde. Elinin tersiyle itip dünyayı, bilinmezlere gidiyor. Bizlere bırakıyor acıları ve sevinçleri, her neye dairse. Sonra kayboluyor gözden. Kalkıp yürümek istiyorum. Bir ağırlık üzerimde, izin vermiyor. Sokak lambasının ışığında kitabımın sayfalarını karıştırıyorum. Yazar bana sesleniyor. “Sevgili dost unutma beni” unutulmuş ve unutmuş dostlar geliyor aklıma. Neredeler şimdi? Vefasızlığımın tanıkları. Sebepleri yalnızlığımın. Her biri ayrı değer; paha biçilmez. Her biri kurbanı, ayrılıkların. Gelseler de ben yokum. Gitsem yoklar. Gözlerimi karanlıktan alıp kitabın sayfalarına çeviriyorum yeniden. Parmaklarım sayfaların arasında geziniyor. Gözlerim aradığını bulmak istiyor. Hırslı. Tüm ışığını süzmüş gecenin. İşte bu olmalı aradığı “Sevgili dost Allah’ın da sınırları var.” Bir müddet zaman duruyor. Gözlerim çakılıp kalıyor sayfada. Ürperiyorum. Yankılanıyor sözler. Allah’ın sınırları var sevgili dost. Sınıra ne kadar yaklaştım? Hiç zorladım mı sınırı? “Sevgili dost, Bulunduğu durumu farkında olmamak, her durumdan daha kötüdür.” diyor yazar. Geçmişin izlerine basıp ayaklarımı, hallaç gibi ayırıyorum, iyilerimi kötülerimden. Geride kalan hayal kırıklığı. Sınır boylarında gezmekten Yaratan’a sığınıp doğruluyorum yerimden. Eve gitmeliyim.
Hızlı adımlarla yürüyorum. Sınırlar, geçilmemesi gereken sınırlar vardı. Aklım sancılanıyor. Ruhuma kramp giriyor. Daha da hızlanıyorum. Bulutlar boşaltıyor içini. Islanıyorum. Aldırmıyorum. Bir ben varım dışarıda, bir de birkaç sokak kedisi. Birileri yaklaşıyor. Kaçmalı mıyım? Evet. Arkamı dönüyorum. Koca bir duvar karşımda duruyor. Sağıma dönüyorum aynı duvar. Solum da aynı… Neler oluyor? İki el, iki kolumdan tutuyor. Ayaklarım yerden kesiliyor. Bir iğne acımasız... Ve karanlık.
Gözlerim yavaş, yavaş aralanıyor. Işık gözlerimi alıyor. “İyi misin?” Diyor. Elimi tutuyor. Tanımıyorum. Beyaz önlüğünden doktor olduğunu anlıyorum. “Bahçede yaptıkların bizi korkuttu.” Diyor. “Neden yağmura rağmen içeri girmedin?”
Dışarı bakıyorum. Karanlık, yağmur yağıyor. “Bitirsene oğlum yemeğini, nerelere daldın yine? Nereye bakıyorsun?” diyor annem. “Tamam, anne dalmışım.” Deyip elimle karanlık sokağı gösteriyorum. “Karanlık, alıp götürüyor beni, korkutuyor.” Diyorum sessizce. Yemeğe dönüyorum ama aklımdan gitmeyen sözleri var yazarın: ”Ah, okullarda ‘beden eğitimi’ dersi varda neden ‘ruh eğitimi’ dersi yok. Sağlam kafa sağlam vücutta, doğru. Sağlam ruh nerede bulunur acaba?”
Mızıkayı çalmaya devam ediyorum. Ruhuma iyi geliyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Kul Hakkı’nın Dedikleri

Kul Hakkı’nın Dedikleri

Öylesine sıradan bir günde, sıradan işlerle uğraşırken; “aklımın ucundan geçmezdi” diyebileceğim fikirler, adeta gelip beynimin tam ortasına oturuverdi. Elbette ki bunda Kul Hakkı’nın payı büyüktü.

Kul Hakkı’yla geç tanıştık. Her gün O’nun farklı bir yönünü öğreniyorum. Çok değişik geliyor bana ve de çok ciddi. Hani hiç şakası yok yani. Bazen biraz esneyemez mi, biraz hayatı hafife alsa ne olur diyorum. Bana mısın demiyor. Eğer onun istediği gibi davransam hayattan zevk alamaz hale geleceğimden endişe ediyorum. Bununla da kalmıyor. O’na, dikkat edip davranışlarımı ayarlamak çok zor. Beklentisi çok yüksek ama eğer istediği gibi biri olursam hayatımda olumlu çok değişiklik olacağı da işin albenisini oluşturuyor. Neyse fazla uzatmadan Kul Hakkı’nın sözlerini birer ikişer paylaşmak istiyorum.

Bir gün karşıma şöyle bir sözle çıktı:

-"İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmal-i salihadır. Salih amel ise maddî ve mânevi hukuk-u tecavüz etmemekle, Hukukullah’ı da bihakkın ifâ etmekten ibarettir." (Mesnevi-i Nuriye) Ne diyorsun sen ya! Dercesine ağzım açık bakakaldım. Sözlerine kısa bir aradan sonra devam etti. “Bir insanın padişaha karşı iki çeşit isyanı olur. Birincisi, onun zâtına cephe almak, emirlerine isyan etmek. Diğeri ise, padişahın raiyetine zarar vermek. Birincisi Hukukullah’a, ikincisi ise kul hakkına misâl.

-Biraz anlar gibi oldum. Yani biz sadece Allah’a değil insanlara karşı da sorumluyuz.

-Evet, ama dahası var.

-Dahası mı?

-Tüm canlılara…

Neyse sonra konuşalım deyip, düşüncelere daldım. Kiminle ne yaşadım. Nerde ne yanlış yaptım. Tek, tek hatırlamaya çalıştım. Bazı, bazı vicdanımın sızladığı oldu. Birkaç gün sonraydı. Önceki sözleri hatırlattı. Biraz daha açıklama istedim. Anlatmaya başladı.

-“Allah’ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman. Kul, kendisini yoktan var eden Rabbine imanla mükellef. Bunu "tevhid" takip ediyor. Allah’ı bir bilmek kul üzerinde İlâhi bir hak. Nitekim Allah’a şirk koşmak affa girmiyor. “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (Nisa Suresi, 48.) Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir. Yâni, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih, bütün medih ve senânın ancak O’na lâyık olduğunu ilân ve O’nun sonsuz kemalinin, kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek. İlâhi san’at ve hikmetleri tefekkür etmek, nimetleri şükürle karşılamak da Hukukullah cümlesinden. Hukuk-u ibad, yâni "kul hakkı" geniş bir mefhum. Kulun bedenine ve mâlına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalb ve ruhuna verilen zararlar ise mânevi hukuk olarak değerlendirmeli.” Peki, hakkın büyüğü küçüğü olur mu? diye sormak istedim. Fakat sanki cevap hazırdı ve sözler adeta önüme beynimdeki soru sırasına göre diziliyordu.

-Allah Rasûlü (aleyhiekmelü’t-tehâyâ), hayat-ı seniyyeleri boyunca, sürekli insan hakları üzerinde durmuş; bunların büyüğünün önemini ihtar etmiş, küçüğünün de hakir görülmemesini hatırlatmıştı; O “Küçük, küçük görüldüğü sürecek küçük değildir.” diyor, büyüklerin çiğnenmesini de Allah mehafet ve mehabetinin serhatleriyle engellemeye çalışıyordu. (İslam’da İşçi Hakları ve İşçi-İşveren Münasebetleri/Kırık Testi) Tabi şunu da söylemeden geçemem; "Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Maide Sûresi, 32.) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediuzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur: "Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir." (Sünuhat) Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O’nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile bütün insanların katli arasında fark yoktur. Dolayısıyla yapılan haksızlık ufak tefek diyerek es geçilemez. İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. "Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem O’nun kahrına hedef olurum" diye düşünemiyor. Aslında bu hakikat, "herkesçe kolayca anlaşılabilmeli" diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorarsak kendisini de diğer insanları da Allah’ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya döküldü de nefis kalbe, hissiyat akla hâkim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, âhiret unutuluyor.

Kul Hakkı sözleriyle beni mest etmişti. Neler anlatıyordu böyle. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Onunla konuşurken sanki bir başka dünyaya kapı aralıyordum ve habire gelecekteki yaşam tarzım üzerine kararlar alıyordum. Diğer bütün varlıklarla iyi geçinmek artık tek derdim olacaktı. Bu oldukça zordu. Fakat zoru başarmalıydım. Kul Hakkı anlattıklarında çok ciddiydi, şakası yoktu. Onu henüz tam anlamıyla tanıyamamış olduğumu biliyordum. Eğer onun bütün yönlerini kavrarsam, gelecekteki yaşamım adına çok iyi olacaktı. Ondan öğreneceğim çok şey olduğunu düşünüyordum. Artık elime belime dilime sahip olacaktım, çünkü kul Hakkı bana bir ara şöyle de fısıldamıştı. İslam; sulh, selâmet ve huzur bulma, Allah ve Rasûlü’nün bildirdiklerine tâbi ve teslim olma, salim ve emin bir yola girerek selâmete yürüme, herkese hatta her şeye güven vaad etme ve hiç kimseye hiçbir şekilde rahatsızlık vermeme manalarına gelir. (İslam’da İşçi Hakları ve İşçi-İşveren Münasebetleri/kırık testi)

Bir gün hiç mi kurtuluş yok. Yani ille de hesap görülecek mi. Hani zayıf da olsa… diye sormuştum. Maksadım bir açık kapı bulup biraz nefes almaktı. İşin ciddiyetinden bunalmıştım. Biraz durdu sonra kelime, kelime anlatmaya başladı.

-İyi dinle beni. "Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi." (Müslim) Bu Hadis-i Şeriften çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik kul hakkını kaldırmıyor. Allah yolunda canını veren bir mü’min bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış. Samimi tövbe eden bir mü’minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor. “Tövbekâr olanlar hakkında Hukukullah dâvâsı takip edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır." (Hak Dini Kur’an Dili) Çok etkilenmiş susup kalmıştım. Daha anlatacakları vardı. Başımla işaret edip devam etmesini istedim.

-"Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur." (Buharî, Müslim) "Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır." (Müslim) Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği bir kimseden helallik almadıkça bu cürümün ağır cezasından kendini kurtaramaz. Elimle yeter işareti yapıp susturdum dinleyecek gücüm kalmamıştı. Söylediklerine bakılırsa batmıştım. Bari bundan sonra kendimi düzeltmeliyim ve helalleşmeliyim tüm geçmişimle, diye bir karar aldım içimden. Kul Hakkı gözden kaybolmuştu kim bilir bir daha ne zaman gelirdi?

Not: Bu yazıda www.herkul.org sitesinden yararlanılmıştır. Kul Hakkı’nın konuşmaları www.risaleforum.org sitesinden alıntıdır. Allah hazırlayanlardan razı olsun.

Sen doğru olabilirsin. Bu benim yanlış olmamı gerektirmez.

Değerler ölçümüzü yitirdik mi? Diğer insanlarla münasebetlerimizin, dinimizin çerçevelediği sınırlar içinde gerçekleşmesi gerekmiyor mu? Muhatabını küçümsemek, büyüklenmek neden? Bazen bir selamı esirgeyecek kadar cimri oluyoruz niye? Niçin o bizden, şu sizden demek? Kendimizden olmayana alaycı tavırlar takınıyoruz neden? Allah’ın rızasının nerede olduğunu kim söyleyebilir?

Birkaç olumsuz örnekle karşılaşınca bu sorular zihnimde peş peşe sıralandı. “Bilmeyerek istihdam edildiğimiz bu yolda.” Kırıldıklarıma gönlüm yumuşasın diye ve yolun başındakilere kırılıp hepten kaybetmemek için ihlâs ve uhuvvet risalelerini tekrar gözden geçirdim. Kırık testiden yüreğimi serinletecek şurupları yudumladım. Bir şeyler çıkarır yazarım dedim. Haddim olmadığını anlayınca öylece bıraktım. Yine haddim olmayarak, unutanlara bir hatırlatma olması niyetiyle kendimce seçtiğim kısımlarla yazımı taçlandırdım.

“İkincisi ise bir cemaate mensup olmanın verdiği bir başka türlü enaniyet. Çok açık ve net bir ifade ile ‘kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız’a bedel, ‘Dünyanın dört bir yanında eğitim-öğretim faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet asrı hariç İslâm ve belki de insanlık tarihi boyunca eşi-menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal edilen ahlâkî temelleri atan bir hareketin gönüllü fertleriyiz’ şeklinde bir yaklaşım. Hâlbuki bizleri bu yola hidayet eden de, o yolları lütuf ve ihsan eden de sadece O. M. Akif’in deyişi ile bugün biz neye mâlik isek hepsi O’nun vergisi ve biz sadece O’na medyûnuz. Üstad Hazretleri ne güzel söyler; ‘Bilmeyerek bu yolda istihdam ediliyoruz.’

Bu açıdan Kur’an dairesi içinde bulunan herkes ciddi bir tehlike sath-ı mâilinde bulunuyor. Onun için herkesin bir muhasebe ve murakabe ile nefsin oynadığı bu oyundan sıyrılması, bunun için de başkaları ile konuşurken, kendi kendine düşünürken, yazarken, çizerken hâsılı sürekli O’nun kudretini, O’nun inayetini, O’nun riayetini, O’nun hıfzını, O’nun kelâetini, O’nun vekâletini öne çıkarması lazım.

Evet, ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira hepimizin sürekli rehabilitasyona, nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl ibni Iyâz’ın dizlerinin dibinde hıçkıra, hıçkıra ağladığını biliyoruz biz. Selâhaddîn-i Eyyubi’nin İzz ibni Abdüsselâm’ın dizlerinin dibine kapanıp ağlaması da az değildir. Ya Zembilli’nin yanında hıçkırıklara boğulan koca sultan Yavuz Selim’e ne demeli.” (Kırık Testi / Enâniyet ve âidiyet hisleri – 07.01.2003)

“Dördüncü Vecih

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. "Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır." sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

Eğer denilse: "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

"Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır.”

“Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri hâlde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dâhilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i İmân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..”

Arzuhal ve Özür

Arzuhal ve Özür

Hakkını helal eder misin ya Rasulallah?
Seni tanımıyorlar tanıtamadık
Her birimiz ayrı hülyada
Güya iş baştan aşkındı
Uğraşamadık
Hakkını helal eder misin ya Rasulallah?

Bir hakaretle duyulmamalıydı adın
O paklardan pak varlığın
Nur saçıyordu her sineye
Ne yazık ki setler bina edilmişti
Körpe gönüllere
Yıkmalıydık yıkamadık
Bağışlar mısın bizi ya Rasulallah?

Sana layık ümmet değiliz
Olsaydık eğer zalimin önünde
Eğilir miydik?
Haysiyetimiz sarsılıyor
Farkında değiliz
Bir uyanabilsek kalkabilsek ayağa
Diyebilsek ümmet-i Muhammediz biz
Yeri göğü inletirdik
Halimize bak ya Rasulallah!

Gemi iyice azıya aldılar
Kırdılar kardeşimin kolunu
Sağlam yan bırakmadılar
Bir yanda işkence diz boyu
Diğer yanda eğlence boğaza kadar
Kimseden ses çıkmıyordu baktılar
Sonunda yüce Zat’ına sataştılar
Seni savunamadık ya Rasulallah!

Anlatamadığımız gibi
Yine Sen gel de ümmetinin başına
Adam gibi adam et bizi
Bir bakış bak şefkatinle
Küffarın yüzüne
Öyle ki;
Rahmetten değişsin kalbleri
Yoksa birer, birer kutsal adına ne varsa
Altüst edecekler
Nerede bir müslüman varsa
Burnundan getirecekler
Oysa hala bir taraf
Boğazına kadar eğlencede
Onlar yine istedikleri gibi
İşkencede
Aziz ü Hâkim’i çağır da imdada
Himmet et ümmetine ya Rasulallah
Kurtarsın bizi bu zillettten
Hazret-i Allah

Tefekkür

Tefekkür

Evden işyerime doğru yürürken geçiyordum oradan… Âdetim üzere yere bakarak yürüyordum hafifçe göz ucuma takılan su arozöz’ünü görünce etrafıma bakındım ektiği tarlasını özenle sulayan bir adam uzakta ince bir dalın rüzgârda salınması gibi ağır ağır hareket ediyordu ne zor iş dedim kendi kendime belki bu zor işlerine binaen bir ekip on alıyorlar adeta… Sen tohumu ek gerisini Allaha bırak, önce tedbirini al sonra tevekkül et, Allaha güven say’e sarıl hikmete ram ol gibi hikmetli sözler aklımdan birer birer geçti. Düşündüm de insanın bu işte pek bir dahli yok tarlayı sür, tohumu at, sonra sula…

Evet, çok yorucu ama anlatmak istediğim aldığımız sonuca izafen yaptığımızın çok basit kalması. Bir çamur içindeki tohumun çok güzel yiyeceğe dönüşmesinde insanın nasıl müdahalesi olabilir ki? Sadece zaten var olan hammaddeleri bir araya getiriyoruz biz yapmasak da bu maddeler bir araya getirilir ve yine o lezzetli yiyecekler pazara çıkar fakat biz yapınca bize ait oluyor. Benim tarlamın mahsulü diyoruz oysa ne onların imal edilişini ne de imal edildikleri mikro fabrikaları görebiliriz –mikro fabrika terimini olayın bize kapalı fizik dışı konularla alakasını somutlaştırmak için kullanıyorum- nerede kaldı ki müdahale edelim gen mühendisliği de zaten var olan kanunları uygulayıp sonucu beklemekten başka bir şey yapmıyor meydana gelen olayda müdahil olma yönüyle çiftçinin yaptığının aynısını yapıyor var olan biyokimya, ekoloji ve benzeri fenlere ait kanunların uygulanmasına zemin hazırlamak gerekli şartları oluşturmak. Gerisi yine bizim dışımızda varlığından sadece ilmin gelişmesiyle haberdar olduğumuz mikro dünyalara kalıyor. Elbetteki bakterilerin, topraktaki, sudaki ve havadaki elementlerin insandan daha akıllı olduğu hatta akıllı varlıklar oldukları söylenemez… İnsan dünya üzerinde yokken de bitkilerin olduğu biliniyor o halde bu işleri bizden daha üstün bir varlığa vermek yani Allaha teslim etmek zaruri oluyor. Bu şekilde yığınla düşünce aklımdan büyük bir hızla geçivermişti. Buradan sonra geriye dönmenin anlamı yoktu. Zaten baştan kabul ettiğimi Allah’ın varlığına habire yeni kanıtlar bulup ruhumun çevresini kalın iman duvarlarıyla sarmak benim için belki herkes için elzemdi ama aynı zamanda bir o kadar hoşuma gidiyordu.

Peki, bir ön kabulle yani Allah’ın varlığını peşinen kabul etmekle kendi zihnimi yönlendirmiş ve böylece tek yönlü bir düşünceye kapılmış oluyor muydum?

Hayır, çünkü eğer bir şey yoksa o şeyi biz bilemeyiz ki tartışalım aklımıza ne geliyorsa var olduğu için geliyor ilim maluma tabidir herhangi bir şey var olduğu için bilinir yoksa bilindiği için var olmuyor. İşte insan beynin de Allah düşüncesinin varlığı Allah’ın varlığını -başka bir bakışla- delilidir. Bir şeye ya var deyip ispatlayacağız ya da yarı yarıya ihtimal vereceğiz… Yok demek için dahi var görüşüne karşı dediğimiz için yine varlığına ihtimal veriyoruz demektir. Her iki düşünceye de ispat gerektiği için ihtimal yarı yarıyadır. İşte tam bu noktada taraf olmak gerekmektedir. Ya varlığını kabul edip ispatlayacaksın ya yokluğunu… Bu güne kadar sayısız kişiler sayısız defa varlığını ispatladılar. Hem dış dünyada hem de kendi iç dünyamızda yine sayısız delil vardır. Bununla birlikte bu güne kadar yokluğuna dair tek bir delil getirilememiştir. Nasıl getirebilirler ki tüm varlığı alt üst edip işte bulamadık demeleri lazım. Daha dünyayı tam keşfedememiş olmamız bir yana uzayın, sonsuza yakın belki sonsuz büyüklüğü diğer yana... Kaldı ki Allah zaman ve mekandan münezzeh mahlukatından ayrıdır. Ne ki aklımıza geliyor o değildir.

Naciye-ler

Naciye-ler

“Allah dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk bahşeder. Kimine hem erkek, hem kız çocuğu verir, dilediğini de kısır bırakır. Her şeyi hakkı ile bilen ve her şeye gücü yeten ancak Allah’tır.” (Şura, 49-50)

Cumaydı. İmam hutbede, asr-ı saadetten bir tabloyu gözler önüne seriyor, cemaat sessiz dinliyordu.

Bir Sahabi efendimiz gelmiş huzur-u saadette, cahiliye döneminden söz etmiş. Kızını nasıl gömdüğünü anlatmış. Diri, diri. Efendimiz (aleyhisselam) tekrar ettirmiş. Üç defa, ağlamaklı gözlerle... O ağlıyor, cemaat ağlıyor, anlatan ağlıyor. Her defasında anlatmasına engel olmak isteyenler var, Peygamberimiz (aleyhisselam) üzülüyor diye. “Bırakın anlatsın” diyor Şefkat Peygamberi (aleyhisselam). Anlatıyor: “…kızım kuyuya bakınca arkasından vurdum, kuyuya düştü, üzerine toprak atmaya başladım, o sıra baba sakalın tozlanmış dedi…” bu o kızcağızın son sözleri olmuş. Sonra da İslam Peygamberi (aleyhisselam) inci gibi, hakikat düsturu sözlerini sıralamış. “İşte siz İslam dini size gelmeden önce bu haldeydiniz.”

Namazı anlatılanların etkisiyle bir farklı kıldık. Sonra da yeryüzünü dağıldık. Üçerli, beşerli.

Tabii ki her kız çocuğu gömülmüyordu. Vicdanı elvermeyenler gömmüyorlardı. İslam’ın ilk kadın şehidi Sümeyye (radıyallahu anha) bunlardan biriydi. Ancak bu kimseler de, kızı olduğu için toplumda boynu bükük geziyor herkesten utanıyorlardı. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servetlerinin, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı. Kim ne için ve ne zaman yaparsa yapsın, vahşice ve insanlık dışı bir vakadır. Bununla beraber Araplar içinde kız çocuğunu bu şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenlerden; “Ferezdak’ın dedesi Sa’sa’a b. Naciye el-Mücaşi kendi kavmi olan Beni Temim’den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile kurtarırdı.” Bu kişinin 360’tan fazla kız çocuğunu her biri için 10 aylık iki gebe deve karşılığında kurtardığı eserlerde geçmektedir ki, deve Arap toplumunda bir servet değerindeydi...

İslam dini böyle bir topluma gelmiş ve;

“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlat müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” (ez-Zuhruf, 43/17)

“Ortak koştukları şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.” (el-En’âm, 6/137

“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman...” (Tekvir, 81/8-9) gibi ayetlerle bu çirkin gelenek nihayet sekteye uğratıldı. İslam dışı geleneklerde görülen bu çirkin olay maalesef günümüzde bazı akıl ve izan yoksunu kimselerce İslam’a mal edilmeye çalışılmakta. Hiç şüphesiz, İslâm da, Kur’ân da, Peygamber Efendimiz de (aleyhisselam), başkalarının tezkiyesine muhtaç değildir. Bunların her biri, kendi kendine, ayrıca birbirlerine delildir. Bununla birlikte, meseleye tam bir şartlanmışlık içinde bakmayan bir takım Batılı yazar ve araştırmacılar, peygamberliğini kabul etsin etmesin, Hakkı, haklıya teslim etmek adına, “hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan” doğruyu ifade etmektedirler. Bunlardan biri de İsveçli düşünür Prof. Dr. Edward Montet’tir. O bir sözünde şöyle demektedir: “Hazreti Peygamber’in (aleyhisselam) sadece bu çirkin ve korkunç âdeti kaldırmış olmasının başka hiçbir şey yapmamış olsa idi bile, O’na unutulmaz bir ad sağlamaya yeterdi.” (Nuriye Akman/Kezban Hatemi Söyleşisi)

“Kızlarınızı altın ve gümüş ile süsleyin! Elbiseleri güzel olsun! İtibar kazanmaları için en güzel hediyelerle ihsanda bulunun!” [Hakim]

“Kız çocuğunu güzelce terbiye edip, Allahü Tealanın verdiği nimetlerle bolluk içinde yedirir giydirirse, o kız çocuğu onun için bir bereket olur, Cehennemden kurtulup kolayca Cennete girmesine vesile olur.” [Taberani]

“İki kız evladına güzel muamele eden, mutlaka Cennete girer.” [İbni Mace]

“İki kızı veya iki kız kardeşi olup da, maişetlerini güzelce sağlayanla Cennette beraber oluruz.” [Tirmizi]

“Çarşıdan aldığı şeyleri, erkek çocuklardan önce kız çocuklarına verene Allahü Teâlâ rahmetle nazar eder. Allahü Teâlâ, rahmetle nazar ettiğine de azap etmez.” [Harâiti]

Bu gibi hadis-i şeriflerle kız çocuklarını diri olarak gömülmekten, insanlığı da böyle bir utançtan kurtaran Peygamber Efendimiz, sanki bütün kız çocuklarına Naciye (kurtulmuş, selamete kavuşmuş) ismini hediye etmektedir

Deliller Dünyası

“Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. "Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz. Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış Hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir…” 1

Okuduğu bu sözler beyninde şimşekler oluşturmuştu. Bir anda karanlık dünyaları aydınlatacak kadar ışık her şeyi ayan beyan ortaya koymuştu. Şimdi ona düşen zamanında okuduğu dersleri tekrar gözden geçirerek Allah’ın varlığına götüren yeni kapılar aralamaktı. Anahtar cümle şuydu: Bütün ilimler Allahın varlığına bizatihi delildir. Peki, acaba buna fenni bilimler dışında sosyal ilimler de dâhil miydi? Misal dilbilgisi. Bir anda düşüncelere boğulmuştu. Beyninde fırtınalar esiyor. Sözcükler, cümleler sağa sola savruluyordu. Uçuşan bu düşüncelerin kaybolmasına gönlü razı değildi. İster istemez eli kâğıt, kaleme sarıldı ve düşüncelerini zapt u rabt altına almaya başladı. Evet, buna dil bilgisi de dâhildi.

Elinde kalem, önündeki kâğıda şunları yazıyordu: “Bütün dillerin gramerinde özne, yüklem ve tümleç gibi öğeler vardır. İş oluş bildiren kelimelere yüklem denir. Yüklemi gerçekleştirene ise özne diyoruz. Bir cümlede yüklem varsa muhakkak özne de vardır. Özne, ya cümlenin içinde geçmekte, ya da gizli özne durumundadır.” Problemin verilerini tek, tek yerlerine koyuyordu. Şöyle devam etti: “Kâinat var ve öncesi yok. Bir anda ortaya çıkmış ki; bu big bang olarak bilinir.” Bu cümleyi yazdığında, başından beri yanında bulunduğunu ve yazdıklarını okuduğunu fark etmediği kardeşi, yazdıklarına müdahale etti ve

-“Big bang teorisinden emin misin?” diye sordu.

-“Teori sağlam verilere dayanıyor. Şimdi o konulara giremem. Aklımdan geçenleri kaydetmem gerek. Yalnız, sana şimdilik yetecek bir şeyler diyebilirim. Yaşayan en ünlü bilim adamı Stephan Hawking şöyle diyor: “Bugün biliyoruz ki, kütlesel çekim kuvvetinin her zaman etkili olduğu sonsuz genişlikte durağan bir evren modeli olanaksızdır. Yirminci yüzyıl öncesi, evrenin genişlemekte ya da büzülmekte olduğunun hiç önerilmemiş olması, o zamanın genel düşün ortamı için ilginç bir saptama. Genel inanışa göre evren ya sonsuzdan beri hiç değişmeyen bir durumda varlığını sürdürmekteydi, ya da geçmişte bir anda az çok bugün gözlemlediğimiz biçimde yaratılmıştı.”

Başka bir yerde ise şöyle demektedir: “Evrenin genişlemekte olduğunun ortaya çıkarılışı 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir. Bu günden geçmişe bakıldığında kimsenin bunu neden daha önce akıl etmediğine şaşmamak elde değil. Newton ve diğerleri, statik bir evrenin kütlesel etkiyle zamanla büzülmeye başlayacağını kestirmeliydiler.”2 Genişlemekte olan evren zamanda geriye gidersek tersine bir hareketle büzüşüp en sonunda sıfır hacme ulaşacak yani yok olacaktır. Diğer bir deyişle bir başlangıç ve yoktan bir var oluş söz konusudur. O halde bu başlangıcın bir başlatanı, bu var oluşun bir var edeni olması gerekir. Şimdi izin verirsen yazdıklarıma dönmek istiyorum.” dedi kardeşine ve anlattıklarını kâğıda da geçirdi.

Bir an elindeki kalemi bırakıp, bundan sonraki kısmı önce sana anlatmak istiyorum deyip, konuşmasına bıraktığı yerden devam etti. “Eğer yaşadığımız evreni yüklem kabul edersek ki ortada bir iş ve oluş mevcut ve inkâr edilemez durumdadır. Bu cümlenin gizli öznesi olmalıdır. Ya yüklem de yoktur, ya da özne vardır. Şimdi hayatı bir cümle olarak kabul edelim ve öğelerini sırayla yerlerine koyup, sorularını soralım. Cümlemizi en basit şekli ile şöyle kurabiliriz. Var etti. Bu yüklem cümlesine kim var etti? Sorusunu sorup özneyi bulduğumuz zaman cümle şöyle olur: O var etti. O yani birilerin dediği akıllı tasarım, bir başkalarının Nirvanası, daha ötekilerin Zeus’ları, Gök tanrıları, bu böylece devam edip gider. Adına kim ne derse desin bir yaratıcının varlığı mantık bilimi ile kabul edilmesi kaçınılmaz bir gerçektir. “Yahudi filozof Sadia, Hıristiyan filozof Bonaventure, Müslüman filozof Kindi ve daha birçok filozof bunun örneklerini vermişlerdir.”- Bir ipucu verip geçmek istiyorum.

1- Her var olmaya başlayan, başlangıcı için bir sebebe muhtaçtır.
2- Evrenin bir başlangıcı vardır.
3- O halde evrenin var olmaya başlamasının bir sebebi vardır”.3

Burada bir yaratıcının varlığını üstadın dediği gibi derslere kulak vererek Farabi’nin sınıflandırmasına göre4 bütün bilimlerden, ilimlerden önce gelen nasıl kullanılacağı bilinmeyince, hiçbir bilgiye ulaşılamayacak olan bilgi kapısının anahtarı dilden ve ikinci sırayı alan dil bilgisinden yola çıkarak bir yaratıcının varlığına ulaşmış olduk.” İş buraya geldiğinde kardeşi sözünü kesti.

-Yükleme sorduğumuz sorunun cevabı neden “onlar” olmasın? Şeklinde bir soru yöneltti.

“-Cümlenin öznesini o’nlar şeklinde yazmak dil bilgisi açısından mümkündür. Ancak bilinir ki; bir işe iki kişi karışsa karıştırır. Çok başlılık karmaşa oluşturur. Hayatın mükemmel düzeni ise karışıklığın olmadığının gösteriyor. Yani bize şunu anlatır O tek bir ilahtır ondan başka İlah yoktur. “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu.”5 “Saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez…”6 Şimdi nesneyi bulmak için yükleme şunu sormamızda gerekir, Neyi yarattı? Cevap: Kendi dışındaki her şeyi, mahlûkatı yarattı olacaktır. Başka bir deyişle hayatı yarattı. Burada cümleyi tekrar kuralım. “Kendisinden başka hiç bir ilah olmayan”7 O, hayatı var etti.

-O zaman bu cümlenin zaman ve yer zarflarını bulalım. Diyerek sözünü kesti kardeşi.

“-Bu durumda yükleme şu soruları sormamız gerekiyor. Nerede ve ne zaman yarattı. Mekân ve zaman biri olmazsa diğerinden söz edilmeyen biri fiziki diğeri izafi iki kavramdır. Zamandan söz edilmesi mekânın var olmasına bağlıdır. Hayatın var olması bütün oluşumları ile kâinatın yani mekânın var olması demektir. Başka bir deyişle mekân yaratılışla var olduğu için nerede sorusu askıda kalır. Aynı şekilde mekânsız zamandan söz edilemeyeceği için bu cümlenin yer ve zaman zarfı olmayacaktır. Yükleme nasıl sorusunu yöneltip cevabını beklediğimizde alacağımız cevap susmak olacaktır. Zira yaratmanın keyfiyeti, Yaratana ait bir bilgidir. “Bir şeyi dilediği zaman onun emri o şeye ancak "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.”8

“Yaratan yani Halık’ın yaratma kudretinde Kadir ve bilgisinde Âlim olması elzemdir. Âlim bir yaratıcı hem Semi (duyan) hem Basir (gören)’dir. Ve baş döndürücü bir düzen içinde bir evreni hiçbir aksaklığa uğratmadan yaratıp ayakta tutmak bu vasıfların sınırsız olması, aynı zamanda da bahsettiğimiz yaratıcının Kayyum (varlığı ayakta tutan) ve Hayy (kendisi hayatta olan ve hayat veren) olmasını gerektirir. İlim aynı zamanda konuşma fiilini de gerektirdiği için yaratanın Kelim olması lazım gelir. Elbette varlığı yaratıp hayat veren ve o hayatı devam ettiren Kadir yarattığı canlıların ihtiyacı olan hava su yiyecek gibi ihtiyaçlardan, yıldızların ihtiyacı olan helyum gibi atomlara kadar her şeyi zamanında ve miktarınca temin etmiş olması gerekir ki rızık veren manasında Rezzak ismi bu ihtiyacı karşılamaktadır. Madem Rezzak’tır o halde merhametli bir zattır ki; yarattıklarına ihtiyaçlarını tam veriyor. O halde Rahman ve Rahim’dir Rahman, Rahim gibi isimlerle vasıflanmış bir yaratıcı Afuvv (affedici) Gafur (bağışlayıcı) Tevvab (tövbeleri kabul edici) olmalıdır.

Sözü uzatmadan konumuzun dışına da fazla taşmadan diyebilirim ki yaratıcı dediğimiz zat tüm vasıfları ile Kemal sahibi bir zat olmalıdır. Cemal ismine de buradan bir kapı açılır. Böylece bütün isimleri birbirine bakan, hangi ismini ele alırsak diğer isimlerine yol bulabileceğimiz ve bütün isimlerini ihtiva eden azam bir ismi Allah olan Halık’ı tanımış oluruz. Bu isimlerin bir yansıması da insanda vardır. Sen de kendini incelersen Rahmanın 99 ismine ulaşırsın. Bu isimler bildiğin üzere Esma-ul Hüsna’dır ve bize Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. O halde baştaki cümleyi şöyle tamamlayabiliriz: Esma-ul Hüsna olarak bize bildirdiği isimleri ile muttasıf olan Allah hayatı (tüm varlığı)var etti.”

Kardeşi yanından memnun ve tatminkâr ayrılırken, o başka bir ilim dalında varlık delillerini sorguluyordu.

1 Meyve risalesi altıncı mesele
2 Big bang. Caner taslaman
3 Big bang. Caner taslaman
4 Güneşimin önünden çekil A.Ali Ural
5 Enbiya 22
6 Mektubat 20.mektup
7 Neml 26
8 Yasin 82

O’na Yazılan…

Nedir bu üstümdeki yılgınlık
Bilmem kaç senedir
Yorgunuyum yılların

Dokunsam ellerine
Ellerim bağlı
Yüreğimle dokunsam

Bilmem kaç yılın esiriyim
Omuzlar çökük
Yüreğim bölük pörçük

Görmek isterdim
Görsem gözlerini
Gözlerim bağlı

Sesinden tanısam seni
Bayram etse kulaklarım
Sesinin rengiyle
Tınısı yankılansa beynimde
Hissetsem seni duygularımla
Duygularım kötürüm

Ruhuma dokunsan
Bir gece vakti nurunla
Hayatıma hayat katsan
Canlansam
Kendime gelsem
Seni bulsam
Vuslat olsa…

her sabah çoçuklarını öpen babalar!

Ağır ağır açıyorum gözlerimi, başucumda gülümseyen gözler… Yanaklarından öpüyorum, dünyadayken tattığım cennet meyvesinin. Baba deyip, boynuma sımsıkı sarılıyor. Boğulacak oluyorum. Ne gam. Pürneşe kalkıyorum yataktan. Bu gün güzel bir gün olacak diye geçiriyorum içimden. Ev halkıyla beraber iyi bir kahvaltı, sahilde bir gezinti, çocukları parkta oynarken seyretmek… Eh daha ne olsun.

Dışarıdayız. Güneş selamlıyor bizi, tüm sıcaklığı ile. Gökyüzü bayram ediyor. Bir ucunda ipin çocuklar, diğer ucunda uçurtmalar. Renk cümbüşü sarmış her yanı. Deniz hafif dalgalı, rüzgâr ılık ve sakin. Uzak balıkçı teknelerinde sevinç var. Ağları topluyorlar. Ufukta kümülüs bulutları dağlara tepeden bakıyorlar. Akşama kadar o park senin, bu park benim dolaşıyoruz.

Nihayet evdeyiz. Kendimizi yorgun argın koltuklara bırakıveriyoruz. Saat iyice ilerlemiş olmalı ki, ufaklığın uykusu geliyor. Hadi baba masal, diyerek gözleriyle odasını işaret ediyor, görevimi hatırlatır gibi. Odaya giderken Bir kız çocuğu geliyor yanıma “Ar-un aleyküm”. Diyor. Anlamıyorum. “Ar-un aleyküm”,“Ar-un aleyküm.” Diye tekrarlıyor. İlginç bir şekilde anlamaya başlıyorum dediklerini. Başımı sallayarak onaylıyorum Gün boyu eğlendiğimiz geliyor aklıma, kızarıyorum. Karşısında suçlu bir çocuk gibi duruyorum. Anlat diyorum. Anlatıyor. “Babamı hiç öpmedim, güneş doğduğundan beri. Babam demir parmaklıklar ardında. O gün ne zaman? Parmaklıkların kırılacağı gün ne zaman? Babamı bir kez daha görebilecek miyim? Yoksa annemin gözyaşları kıyamete kadar akacak mı? Filistin’in çiçekleri koparılıyor. Her sabah çocuklarını öpen babalar! Çok şey mi istiyorum.” Diyor ve ekliyor “Ar-un aleyküm”

Odadayım. Oğlum yatakta anlatacağım masalı bekliyor. Anlatıyorum. Bir varmış bir yokmuş. Çok eski zamanlarda bir yerlerde medeniyet ve çok güzel bir dünya varmış. Sonra bir gün bütün sesler kesilmiş. Karanlığa bürünmüş her yan. Biri elleriyle yoklamış hayatı. Körelmiş duyguları asırların. Yaşam özgürlükle cephe arkadaşı olmuş. Bir takım insanlar;“Yorma kafanı, adam sende, işin mi yok senin? Yaşasın bana dokunmayan… Tasası bana mı kaldı.” demişler bir zaman. Bir ara da “Yok mu yardıma koşan”. Uyurken ağustos böceği gibi tembel, Atı alan Üsküdar’ı geçmiş. “Sen zahmet etme” derlermiş, “Biz sana veririz” Sonra vermek için bin dereden su getirtirlermiş. Bir zamanlar yaşanacak yerler varmış huzurlu, sakin. Son zamanlarda ise güvenli yer hiç kalmamış. Sonra bir çocuk çığlığı duyulmuş; Baba, bizi, kötü adamlardan, korusana. Hani sen en güçlüydün? Hani baba hani demir yumruğun? Açsana gözünü, baksana, baksana baba kardeşim enkaz altında. Ve sonra gökten üç bomba düşmüş. Hepside bizim başımıza. Onlar erdi muradına, Biz girelim sığınaklara.

“Bu nasıl masal baba” diyor. Bilmiyorum oğlum belki bilinmedik bir zamanda, bir baba anlatmıştır oğluna. Belki Iraklı, Filistinli ya da Afgan olabilir. Diyorum. “Ninni söyle o zaman” diyerek mızmızlanıyor. Benim ninnim Annenin söylediğine benzemez diyorum. “Olsun” diyor. İyi o zaman dinle, diyerek söylüyorum. Uyumadan büyüsün ninni…

-Bu ne baba
-Bizi hep uyuttular ninnilerle oğlum hala da uyuyoruz. Sen büyü ama uyuma, uyanık ol diye böyle söylüyorum. Bir kızgınlıkla sırtını dönüp uyumaya çalışıyor.

Ağır, ağır açıyorum gözlerimi, başucumda bir Filistinli kız ve oğlum. “Ar-un aleyküm” diyerek üstüme geliyorlar. Ellerinde erguvan çiçekleri… Biri, Filistin’den koparılmış diğeri Türkiye’den. Almak istiyorum. Kan damlıyor elime. Tekrar uyumak istiyorum. “Artık uyumasın babam ninni” diyor oğlum. Filistinli kız başını sallıyor ve ekliyor, “Baba neredesin, nerede?”

çare kimde

Hastane koridorları bilindik görüntüler sergiliyordu. Hastalar, doktorlar diğer görevliler. Bir panayır yeri gibi kalabalık ama eğlendirmiyor aksine bunaltıyordu. Bir hemofili hastasına kan vermeye gitmiştik. Onbir yaşında bir çocuk. Top oynarken düşmüş ve sonra da anne babasına söylemeyi unutmuş. Derken iki gün kadar sonra iç kanama başlamış. Apar topar hastaneye taşınmışlar.

Hastaneye vardığımızda hastamızın annesi acı içinde ağlıyor çaresiz baba ise güçlü görüntüsüyle dertli kadını teselli etmeye çalışıyordu; ana yüreğinin teselli kabul etmez yapısını hesaba katmayarak. Hemen kan vermek için gerekli formu doldurduk ve sıramızı beklemeye koyulduk. Görevli hemşire belli ki sabah beri hastalara ve yakınlarına laf anlatmaktan veya anlatamamanın vermiş olduğu sıkıntıdan barut fıçısı gibi olmuş patlayacak yer arıyordu. Muhataplarının inadı ise yangını körüklüyordu. Oturacak bir yer aradım bulamayınca duvar dibinde hastaneye beraber geldiğimiz arkadaşlarla üç beş laf ettik. Öylesine, havadan sudan, sıkıntımızı üzerimizden atmaya yönelik konuşmalardan ibaret bir sohbetti yaptığımız. Ara sıra bir görevlinin isim okuyarak kan verecek olanları çağırmasıyla bölünüyordu sohbetimiz. Yorulduğumu hissettim ve yaslandığım duvardan doğrularak yere çöktüm. İşte o sırada yaşlıca bir kadın elindeki kâğıdı etrafındakilere göstererek ilerliyordu. Önümde durdu elindeki kâğıdı bana ve yanımdakilere doğru uzatıverdi. İster istemez kâğıtta yazılanı okumaya çalıştım ( 0 rh – ) yazıyordu. Yaşlı kadının gözlerine baktım. Ağlamaklı hali rikkatime dokundu. Kan grubum uyuşmuyordu Hayır, manasına kafamı salladım onu boş çevirmek istememiştim. Kadın yanımdan uzaklaşırken düşüncelerimi de alıp götürmüş, uzak hatıraları kıyısına savurmuştu. Evet, bu kan arama işi bana yabancı değildi. Çok defa bende yakınlarım için kan aramıştım. O kadının çaresizliğini az da olsa hissedebilmiştim. Kadının kimsesizliği ve çaresizliği canımı sıkmıştı ve birden dimağımda beliren şu sözler beni çaresizlerin çaresi kimsesizlerin kimsesine yöneltti

Her kimsenin vardır kimsesi

Hiç kimse yoktur kimsesiz

Bu gün biz kimsesiz kaldık

Ey kimsesizler kimsesi
Ey çaresizlerin çaresi ve ey kimsesizler kimsesi bu kadının ve tüm Ümmet-i Muhammed’in hastalarına şifa, çaresizlerine çare ver çünkü Şafi-ül Hakiki ve Samed sensin. Allah’ım bu duamı en sevdiğinin hatırına kabul et.

Bu şekilde kadıncağıza yardımcı olamamanın vermiş olduğu sıkıntıda bir nebze olsun kurtulmuştum. Duanın verdiği rahatlamayı tüm benliğimle hissetmeye çalışıyordum. İnsan böyle anlarda ne kadar çaresiz olduğunu ve hayatının nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu çok iyi anlıyor. İnsanın hayatta kalmasının tamamen Hayy ve Kayyum Allahın kudret elinde olduğu apaçık ortaya çıkıyor.


Evet. Allah insanı ve onun karşılığı kâinatı mükemmel bir denge içinde yaratmıştı. Öyle ki bu düzen içindeki ufacık bir karışıklık, bir eksiklik büyük sorunlara yol açmakta ve ölümle sonuçlanabilmekteydi. İnsan, ne kadar da acizdi yaratan karşısında. Nefsin tüm firavunvari çalımlarına karşın sinek kadar basit sorunlar tüm kibir balonlarını söndürebiliyordu. Bir litrelik kan kaybı hayatı tehlikeye sokabiliyordu. DNA zincirindeki bir dizilim hatası sakat bırakabiliyordu insanı. Hiçbir problem yoksa bile bir kaza hayatı felç edebiliyordu. Hayatı veren aynı zamanda idame de ediyordu. Hastalığı veriyor. Şifayı da gönderiyordu. Dermanın nerden geldiği bilinse de, bilinmese de şefkati sonsuz Yaradan yine de çaresizlere çare oluyordu ve kimsesizlere kimse… Ne ki insan bunu bilseydi, yardımı O’ndan isteseydi, verdiğine şükür etseydi hem şifa hem sevap idi.


Kan vermek için adım okununca düşünce deryasından sahile çıkıp kan verme odasının yolunu tuttum. Hayat bakiyemin bir günü daha hayırla sonuçlanmıştı.

Bu Bayramda Bana Irak

“Elde düğün bayram varmış benim neyime

Benim bayramlarım çok evvel oldu “

Radyodan dinlediğim bu dertli türkünün, vermiş olduğu etkiyle düşüncelere daldım. Ne demekti bayramların evvel olması? Mazide kalmış bayramlarda neler hissettiğimi düşündüm. Bir folklorik törenden ibaretti bayramlar. Her şey bir bayram namazı sonrası büyüklerin ellerinden öpüp, küçükleri sevindirdikten sonra bitiyordu. Geçmişe ait bütün bayram sevinçlerim, çocukluk yıllarından ilk gençlik yıllarımın başlangıcına kadar uzanan süreçte, yitik duygular yığını olarak hafızamda istif edilmiş duruyordu. Sonraki hayatımın hiçbir karesi, bayram ile birlikte bir değişikliğe uğramıyordu. Neden? “Benim bayramlarım çok evvel oldu” dizesi benim duygularıma da tercüman oluyordu. Evet, sormaktan kendimi alamıyordum. Neden? Galiba cevabını da yıllanmış fakat eskimeyen bir türküyle ifade edebilirim.

“Bugün bayram günü derler âleme gülerim

Kız bizim yaylada çok olur hüzün”

Evet, bizim yaylalarda hüzün çok olur. Bizim coğrafyada her gün kanlar akar. İnsanlar ölür. Mezellet içinde kalır müslümanlar. Conilerin çizmeleri, çiğner Bişr’in yalınayak gezdiği sokakları. Yaslanacak olsam boşluğa düşer sırtım, İmam-ı Azam camisinde; bir bombanın hedefi olmuş duvarı, yıkık gönlümde dikilir. Okumak istesem Habeşli Bilal’lere özenip Ezan-ı Muhammediyi, uçaksavarların hedefi minarelerin çöküşü buğulandırır gözlerimi. Neler oluyor diye soracak olsam sokaktaki birine, oğlunu arkasına alıp kurşunlara siper olmuş, gövdesinin ölüm sarhoşluğuyla salınışnı izlerim bir babanın utanarak. “Bizim yaylalarda çok olur hüzün” bugün bayram günü derler kendime gülerim. Ağlayacak olurumda gülerim. Yaşadığım duygu karmaşasında olur ne olursa, gülerim. Elli Suudi’nin yüzlerce milyar doları paylaştığı haberini okuyunca, Darfur’da, şurada, burada açlık çekenleri duyunca, Mısır çarpınca kapıyı Filistin’in suratına en zor anında, “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir, onu düşmana teslim etmez” hadisini okuyunca, kardeş kardeşi vurunca sonra Kudüs’ün bağrında… “Bu ne yaman çelişki anne?” diyesim gelir. Sonra hocamın sözleri yankılanır beynimde; “Bir insanın annesi ölse babası ölse kardeşi çocukları, hanımı aynı anda ölseler ne kadar üzücü bir şey değil mi? İşte Müslümanların içinde bulunduğu şimdiki durum bundan daha üzücüdür.” Ve bir başka yerde ifade ettiği “…her yıl hacda milyonlarca insan bir araya geliyor. Zannederim birkaç samimi insan bir araya gelse, Allah’ım ne olur bahtına düştüm, gerekirse canımı al ama Müslümanları içinde bulundukları bu mezelletten kurtar dese, çok şey değişecektir.” Ama böyle bir ses duyulmamakla birlikte Akif’in dediği gibi “arşı titretiyor aç bir velvele”

Annemin elini öpünce “güzel bayramlar göresin inşallah der. Oğlum, bu bayram da elimi öpecek. Bayramın kutlu olsun babacım diyecek. Seninde oğlum, seninde bayramın kutlu, mutlu olsun demek isterdim ama ben hala annemim, görmemi istediği güzel bayramları bekliyorum. Kavuşunca diyeceğim haykırarak tüm dünyaya, mutlu kutlu bayramlar dünya…

Ama anlaşılan bu bayramda bana Irak geçecek.

“Bütün dünya buna inansa…”

Yazıma başlık yaptığım konuyu, çok bilinen bir şarkıdan seçtim. Sevilen ve dillerde dolaşan sözleri var. Şarkının sözleri şöyle bitiyor.
“İnsanlar el ele tutuşsa birlik olsa uzansak sonsuza.”

Okulumuz tarafından düzenlenen Mevlana ve hoşgörü gecesinde, müzik korosu sahnede bu şarkıyı seyircilerin de katılımıyla coşkulu bir şekilde seslendiriyordu. İzlerken düşüncelere daldım. İnsanlar neye inansa? Hayat nasıl bayram olur? Bu parçanın Mevlana ile bir ilişkisi var mı? Gönüllüler hareketi açısından nasıl bir değeri olabilir? İster istemez dimağıma düşen bu sorulara kendimce cevaplar vermeye çalıştım.
“Soğuk Savaş sonrasına tekabül eden ve Samuel Huntington tarafından işlenen Medeniyetler Çatışması,1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade eden bir tezdir.”(1) Bu teze karşılık gelebilecek ve daha çok gerçekleşmesi istenilir durumda olan bir görüşte Medeniyetler İttifakıdır. “İlk olarak BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın çabaları ile başlayan, Türkiye ve İspanyanın ortaklaşa yürüttüğü bu girişim, daha önce Vatikan tarafından dinler arası diyalog şeklinde başlamış, Sayın Fethullah Gülen'in Fener Patriği, Türkiye Musevileri Hahambaşı, Ermeni Patriğini, daha sonrada Vatikan'da Papa 6. Paul'ü ziyaretiyle”(2) meşhur olmuş ve bu günkü seviyesine, belki de o ilk adımla, uzatılan o dostluk eliyle ulaşmıştır. Ne var ki o zamanlarda bu el sıkışma, çokları tarafından anlaşılamamış ve eleştiri oklarına maruz bırakılmıştı. Oysaki Hudeybiye antlaşmasına nasıl da benziyordu. Kavgasız gürültüsüz on yıl… Taraflar birbirini tanıyacak kalpler İslam’a ısınacak. İşte bu yüzdendir ki, Feth suresinin başında “Biz sana apaçık bir feth verdik” ayeti nazil olmuştu. “Bugün dinler arası (medeniyetler arası) diyalog arayışları, Batı'nın, İslam'ı dışlamadığını, "yeni düşman" olarak görmediğini, dolayısıyla kalıcı bir barışın mümkün olabileceğini göstermiştir. Başlangıçta eleştirilen diyalog iftarları, daha sonra resmî makamlarca sahiplenilmiş ve bu iftarlar bugün Amerika'dan Avrupa'ya, Avustralya'dan Afrika'ya dünyanın dört bir yanında barış köprüleri inşa eden buluşmalar olarak giderek yaygın hale gelmiştir.” (2)

İşte burada,
“Bütün dünya buna inansa bir inansa/Hayat bayram olsa/İnsanlar el ele tutuşsa birlik olsa/Uzansak sonsuza”

Sözleri beynimde yankılanıp duruyor, “Gönüllüler hareketi açısından nasıl bir değeri olabilir?” sorusu cevabını buluyordu. Bütün dünya birlikte yaşamanın mümkün olduğuna inansa “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız Âdem ise topraktandır” (veda hutbesi) Hadisi Şerifinin keyfiyetince el ele tutuşup birlik olsa işte o zaman hayat bayram olur.
Hoşgörü deyince ilk akla gelen kişi olan Allah dostu Mevlana Celaleddin Rumi (k.s) “O, yetmiş iki milleti hoş görürken İslam ümmeti arasındaki yetmiş üç mezhebi de İslam potasında eritmek istiyordu. Anlatılagelen bir menkıbede Bazıları, onun bu düşüncesini fitne çıkartabilmek için fırsat olarak görürler. Bir molla büyük bir kalabalığın huzurunda ona karşı. "Sen, yetmiş üç mezheple beraberim, diyormuşsun, doğru mu?"diye sorar. Mevlana hazretleri de evet deyince başlar küfür ve hakaret etmeye. Mevlana hazretleri gülerek cevap verir: "Bunca söylediklerine rağmen seninle de beraberim." Böylece fitne kıvılcımı, ateşlenmeden söner. Sevgi ve hoşgörü galip gelir. Gönül adamı olmak, gönül fethetmek çetindi, zordu. Mevlana, nefsini yenip dünyaya böylesine sevgiyle bakabilmişti. Mevlana'nın bu dünyadan götürülecek tek şeyin gönül oluşunu vurgulayışı, çok manidardır. Oğlu Sultan Veled naklediyor:
“Ey zengin, sen Allah'ın huzuruna yüz çuval altın götürsen Cenab-ı Hak buyururur ki; 'Ey getirdiği yükler altında iki büklüm olan kişi, bana gönül getir, gönül… Eğer gönül senden razıysa ben de senden razıyım. Ama gönül senden yüz çevirmişse ben de senden yüz çeviririm. Ben, sana bakmam, gönüle bakarım. Ey can, armağan olarak bana güzel gönül getir." (3)

Bu kısımda;
“Şu dünyadaki en zengin kişi/Gönül fethedendir/Şu dünyadaki en üstün kişi/İnsanı sevendir”

Sözleriyle “Bu parçanın Mevlana ile bir ilişkisi var mı?” sorusu problem olmaktan çıkıyordu. Mevlana hazretleri kendisine ithaf edilen bir sözde “Ne ne olursan ol gene gel” diyordu bugün kendi büyüklükleri mahfuz, kıyas kabul etmez olarak söylüyorum gönüllüler hareketinin manevi önderinin “Ne olursa olsun, biz ayağına gidelim” dediğini işitmiştim. Her ne kadar bu sözün şahidi olamasam da bu söz O’na yakışır diye kabul etmiştim. Bunu da belirtmeden geçemedim.

Diğer bir dörtlük ise şöyledir:
“Şu dünyadaki en olgun kişi/Acıya gülendir/Şu dünyadaki en soylu kişi/İnsafa gelendir.”

Bu dizelerde Hallac-ı Mansur (k.s) ve onun şahsında yanlış anlaşılma, çekememezlik gibi sebeplerle mahkûm olan, idam edilen ve bu hadiseler karşısında sarsılmayan, bedduada bulunmayan hak dostları gözlerimin önüne gelir. Bu soylu ve insaflı kişiler kendilerine yapılan haksızlıklar karşısında Hallac-ı Mansur’un (k.s) “Allah’ım bana bunları reva görenleri affetmedikçe ruhumu teslim etmek istemiyorum” duası tarzında davranmışlar, insaf ve olgunluk zirvelerini kaptırmamışlar. Bediüzzaman hazretlerine “…beni işkenceyle tâzib edenler Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şahit olunuz ki, ben onları helâl ediyorum.”(4) dedirten, bu hareketin büyüğüne, kendisine hakaret edenler ve bu gibiler hakkında; “…ben onlar için lanette bulunmam. Allah'ın laneti üzerlerine olsun demem. Onlar şeytan-ı racim gibi cehenneme yuvarlansınlar demem, hakkımı helal etmiyorum demem, Allah'a ait haklara da karışamam…”(5) dedirten soyluluk insaf ve olgunluk vasıflarıdır. Bu dersi Taif’te dağlar meleğinin teklifi karşısında “Hayır Allah’ım eğer onların neslinden bir tek kişi iman edecekse, helak olmalarını istemiyorum) diyen Rahmet Peygamberinden (aleyhisselam) almış görünüyorlar ve bu konuda esas zirvenin sahibi O(aleyhisselam)dur.
Dünyanın madde deyip durduğu bir hengâmede mana deyip taraftar bulmak güç iştir. İnananların bile olmaz gözüyle baktığı yeniden İslam’ın ihya hareketini başlatıp devam ettirmek güç iştir. Koca dünyada bir avuç insanla yalnız kalıp, inandığı davada sebat etmek güç iştir. Bediüzzaman hazretleri bunu başarmıştır. Eza görüp sabretmek, ıslah için dua etmek güç iştir. Anlaşılmamak ve bu halde pes etmeyip, yola devam etmek güç iştir. Dünyanın her tarafında okul açtırmak, buna kitleleri inandırmak güç iştir. Koca bir dünyaya Türkçe öğretmeye kalkışmak, hayalinden uygulamasına güçten de ötedir. Fethullah Gülen Hoca Efendi bunların üstesinden gelebilmiştir; Allahın izni ve inayetiyle. Ana baba ocağını terk etmek, adını sanını duymadığı, dillerini konuşamadığı yerlere gitmek ve gidenlerin dediği gibi, “biz buraya dönmek için gelmedik diyebilmek güç iştir” bu sevdaya gönül verenler, bunu çok rahat gerçekleştirmektedirler. Başta büyüklerimiz ve bu öğretmenler, “Ben kimim? Nerden gelip nereye gidiyorum?” gibi azim soruların cevabını bulmuş, bu dünyadaki varlık sebeplerini anlamış ve kendilerini adadıkları bu sevda adına her zorluğu göğüslemeyi bilmişlerdir. Söz buraya gelmişken, bu gayretlerinin bereketli semeresi olan, büyük bir organizasyondan söz etmek istiyorum. Türkçe olimpiyatları. Bu sene sekizincisi yapılacak olan büyük bir organizasyon. Yüz yirmi ülke katılacak. Dünyanın her yerinden birbirleriyle Türkçe konuşan insanlar bir aradalar. Türk insanı ve bir birleriyle dostlar ve dostluk adına çalışacaklar. Bu işi başaranlara hayran olmamak elde değil.

Şu dünyadaki en güçlü kişi/Güçlüğü yenendir/Şu dünyadaki en bilgin kişi/Kendini bilendir.
Bu dizeler de ait oldukları yeri böylece buluyorlar.

Caminin avlusunda oynayan çocuklara ve çocuklarıma bakıyordum. Birazdan çekik gözlerinden ve başlığından Türkî cumhuriyetlerden birine mensup ve zamanlama itibariyle Türkçe olimpiyatları için burada olduğuna kanaat getirdiğim biri geldi. Çocuklarla biraz oynadıktan sonra küçük oğlumun başını okşadı. Bir Afrikalı çocuğun “beyaz adam başımı okşadı” deyişi aklıma geldi. Gönüllüler hareketi dışında oraya gidenler, hep kötü izlenim bırakmışlardı ve bu Afrikalı küçük gördüğü sevgi karşısında şaşırmıştı. Tüm dünya insanlarının birbirlerine böylesi sevgi göstermesi hedefleri arasında olduğunu düşündüğüm bu hareketin Medeniyetler İttifakını gerçekleştirmesi Huntington’u haksız çıkarması ve bu son asrın hoşgörü asrı olması insan olarak dileğimdir. Ancak, bu şekilde insanların büyük ölçüde mutluluğa erişebileceğini düşünüyorum. Bu işi başlatanları, sürdürenleri seviyorum.

Şu son dörtlüğün yerini de böylece bulmuş oluyorum.
Şu dünyadaki en mutlu kişi/Mutluluk verendir/Şu dünyadaki sevilen kişi/Sevmeyi bilendir.

gidiyorum

Uzak ve yalnız dağların
Ağarmış başlarından
Ve kaçışı olmayan cazibesindendir gidişim.
Bir göz çukuru dolusu toprak bırakıp geçmişe,
Münzevi hayallerimi kanaat çıkınıma doldurdum.
Hasreti hediye ettim dostlara.
Gidiyorum

Aynacı

Aynacı

Aynalı odasındayım geçmişin.
Hangi açıdan baksam; misalim zerre.
Gönül aynam içbükey,
Binlerce, kırık…
Birleştiriyorum özenle.
Bir hiçe dönüşüyorum sonra.

Her yanım tümsek ayna
Büyütüyorlar olduğumdan çok.
Kırıyorlar boynumu.
Acıyla büyüyor bedenim.
İstemiyorum büyümek,
Çocukluğumla oynuyorum.
Saklanmayan ebe.
Aynalara yansıyor,
Hiç benzemiyor bana.

Aynacı! Hangi ayna gerçek?
Hatırlat. Nerede kaybettim kendimi?
Söyle bana, bu değilim ben,
Değil mi?

garip bir akşam üstü

garip bir akşam üstü yaşıyorum
güneş ufka varmış boy vermekte
kızarmış denizin yüzü neden? Utanç mı sebep?
bir balıkçı teknesi birkaç martı sessizliği bozan

bir garip akşamüstü yaşıyorum
şimitçi avaz avaz bağırıyor 'akşam simidi'
akşamcılar yerlerinin almışlar şimdiden
gece karası çaylar duman altı kahvede

akşamüstü bir garip yaşıyoum
hiç bu kadar sensiz olmamıştım
ay çoktan gülümsemiş dünyaya
benimse hiç keyfim yok

yaşıyorum akşam üstü bir garip
karanlık ışığı boğamadı hala
sokaklar yalnız,yetim çocuğu şehrin
bekliyorum leyl'i
şavkına ayın anlatmak için Leyla'mı

garip!
bir akşam üstü
yaşıyorum
leyla'mdan uzak